Görebildiğimiz ve göremediğimiz varlıklarıyla bir dünyada yaşıyoruz. Varlığımız itibariyle bakıldığında da cismânî ve rûhânî bir yapıya sahibiz. Yaratılışımız ve yaşadığımız dünya göz önüne alındığında problemlerimizin ve çıkmazlarımızın da benzer olacağı aşikârdır.

Bu değerlendirmeler göz önüne alındığında insan, dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece maddî yönü ile yetinir, beşerî güç ve imkânlarını değerlendirir ya da bunlara ilave olarak mânevî yönünü devreye koyar ilâhî yardımdan istifade etme yollarını arar. Kur’ân ve sünnetin yol göstericiliğinden yararlanır.

Akıl, duyu organları ve geçmişten elde edilen tecrübelerle daha çok maddî problemler, kısmen çözülebilir. İnsanın dünya ve ahiret hayatına yön vermesi itibariyle akıl sahibi olmasının önemi izahtan varestedir. Ancak hangi akıl? Akıl ya nefis, arzu, istek, heves, şehvet gibi vahiy dışı unsurlarla ya da vahiyle beslenir. Bu durumda insanlar, akıllarını besleyecekleri kanalları iyi araştırmalı ve tespitlerini ona göre yapmalıdırlar.

Dînî hayatı/vahyi dışlayan bir anlayışı benimseyen inkârcılar, kendilerine bahşedilen beşerî özelliklerini kullanarak görünürde hayatlarını belli ölçüde düzene koyabilirler. Ancak hayatın gelecekle ilgili müdahale edilemeyen yönlerini, ölüm ve sonrası gibi meseleleri beşerî bilgilerin verileri ile çözmeleri mümkün değildir.

Akıl; duyular ve tecrübelerin yeterli olmadığı varlıklar, olaylar ve ilişkiler alanına gelince inkâr eden kimse, bilinmezler içinde bocalar, karanlıklar içinde kalır.

İnkâr beraberinde neler getirebilir?

Çözüm üretemediği bu alana karşı kayıtsız kalması, görmezlikten gelmesi, idrak etme kanallarını tamamen kapatması veya hepsinin ötesinde yok sayması (inkâr) fayda vermeyecektir. Artık ruhunun derinliklerinde fırtınalar kopmaya başlayacak, beyni zonklayacaktır. Şuur altının isteklerine cevap veremeyince bu huzursuzluklarını bastırma yolları arayacaktır. İçki, uyuşturucu, zevki safa âlemleri, spor, sanat; hatta aşırı derecede işe dalma, eşine, çocuklarına düşkünlük gibi başvurulan bütün tedbirler onu bu girdaptan çıkaramayacak, aksine daha çok bilinmezlerin içine sürükleyecektir. Artık hayat, bütün maddî imkânlarına rağmen yaşanamaz bir hal alacaktır. İntihar eden bazı insanlar için yakınları veya komşularının beyanlarını hatırlayın: “Hayat doluydu”, “eşine, ailesine çok düşkündü”, “işinde gücünde bir adamdı”, “kimseye zararı yoktu, niçin intihar etti anlayamadık” gibi cümleler tanıdık gelecektir. Ölüme tevessül edecek hale gelmek, dünya zevkleriyle aşırı derecede hemhal olmanın ve nefsin doymazlığının sonucudur.

İnkâr eden kişi, varlığına/öz benliğine yerleştirilen, ruhuna nakşedilen öteler ötesi varlığı unutmak veya unutturmaya çalışmak için sarf edeceği bütün bu gayretlerle bir müddet kendisini oyalasa da kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılacak, fakat iş işten çoktan geçmiş olacaktır. O nedenle insan; ruhu bedeninde, aklı, iradesi yerinde olduğu müddetçe dünya hayatını çok iyi değerlendirmeli, verilen imkân ve fırsatları lehine çevirmenin yollarını aramalıdır.

Akıl, irade, düşünme, okuma, konuşma, yazma gibi Allah’ın verdiği özellikler insana, yeryüzündeki diğer varlıklardan üstün olmasını sağlar. Bu yetileriyle insan, dünyayı îmar/ifsât edebilir. Göklere çıkabilir, dağları delebilir, yerin derinliklerine inebilir. Yeryüzünü imar edebilir veya üreteceği kitle imha silah, araç-gereçleriyle canlı veya cansız varlıkları yok edebilir. Ancak verilen bütün bu özelliklerle, ulaşabileceği hedefler ve varabileceği sınırlar bellidir. Dolayısıyla insandan, kendisine bahşedilen bu hususiyetlerini hem kendisi hem de insanlığın hayrına kullanması beklenir.

İnsanın amacı ne olmalıdır?

Yeryüzünü imar etme, insanlığın hayrına olacak faydalı şeyleri yapma elbette ki takdir edilecek bir husustur. Ancak insanı yaratan, gökler, yer ve bunların içindekileri tamamıyla emrine veren Yaratıcısı’nın bu özellikleri ona vermesinin hikmeti, sadece yaşanabilir bir dünya imar etmesi değildir. Bunun ötesinde daha da önemlisi ve özellikle Allah’ın insandan beklediği, verilen bütün bu kabiliyetlerini de kullanarak kendi varlığını tanıması ve dış âlemi iyi okuması, zerreden küreye varlığını haykıran mükevvenatın sahibi Âlemlerin Rabb’ini bulması, O’nun yol göstericiliğine tabi olmasıdır. Büyüklüğü, adaleti, kudreti, rahmeti, lütfu, keremi, azabı, kahrı, intikamı hâsılı bütün sıfatları ile Allah’ı tanıması, O’nun huzurunda baş kesmesi ve secdeye kapanmasıdır.

Kendisine verilen yeteneklerini yerli yerinde kullanmayan insan, bu özelliklere sahip olmayan varlıkların seviyesine, belki onlardan daha aşağı bir derekeye düşer. Oysa insan yaratılmışlar içinde en güzel ve en yetenekli şekilde donatıldığı için sorumludur. Bu sorumluluğunu ne kadar yerine getirdiğine dair hesaba da çekilecektir. Esasında insan, kendisine ve yaşadığı çevreye karşı sorumsuzca davrandığında da bir şekilde hesaba çekilmekte ve cezalandırılmaktadır. Tabii olarak her şeyi kendisine bahşeden Allah’ı yok saymasının da elbette ki bir hesabı olacaktır.

Bütün bu izahlardan sonra inananlar, kendilerini yenilemek için vahiyle yeniden ve daha gönülden bağ kurma yollarını aramalıdırlar. İnanmamakta ısrar edenler de yarın: “Biz kulak verip dinleseydik veya aklımızı kullansaydık, bu azgın ateşin içinde bulunmazdık” (Mülk, 67/10) sözlerini söylememek için ruhları bedenlerindeyken kulaklarını vahye açmalı ve akıllarını kullanmalıdırlar. Yoksa Abdülhak Hamid’in (ö. 1937) ifadesiyle: Mevlâyı ne türlü etsem inkâr/efkâr; İkrâr çıkar netîce-i kâr! İnkârın sonu ikrardır. Allah’ı inkâr etmek akıl karı değildir.

Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.

fullscreen-exit fullscreen profile send play facebook whatsapp twitter